Celula Zaferi
CELULA ZAFERİ
Halife hazret-i Ömer-ül-Faruk’un emriyle İran’ın fethine gönderilen Sa’d bin Ebi Vakkas hazretlerinin, Farslılara karşı Celula’da kazandığı zafer.
Hendek gazasında Peygamber efendimiz, Medine’nin etrafına hendek kazarak müdafaa savaşı yapmayı arzu buyurmuşlar ve hemen hendeği kazmaya başlamışlardı. Selman-ı Farisi hazretleri, arkadaşlarıyla, kendisine ayrılan yeri kazarlarken, çok sert ve büyük bir beyaz kaya ile karşılaştılar.
Ne kadar uğraştılarsa da kıramadılar. Bunun üzerine hazret-i Selman, sevgili Peygamberimizin huzuruna varıp; “Anam-babam, canım sana feda olsun ya Resulalları! Hendeği kazarken sert bir kayaya rastladık. Demirden yapılmış bütün aletlerimiz kırıldığı halde, yerinden bile oynatamadık” diyerek, durumu arzetmişti. Habib-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, saadetle oraya gelip balyoz istediler ve aşağı indiler. “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek, balyozu kaldırıp, üç defa vurmuşlar ve her vuruşta Medine’yi aydınlatan şimşekler çakmıştı. Sevgili Peygamberimiz taşın her parçalanışında tekbir getirmiş, bunu Eshabının göklere çıkan sesi takib etmiştir.
Sonunda taş paramparça olmuş ve Selman-ı Farisi (radıyallahü anh), elini uzatarak, sevgili Peygamberimizin çıkmalarına yardımcı olmuşlardı. Selman-ı Farisi; “Anam-babam, canım sana feda olsun ya Resulallah! ömrümde hiç görmediğim bir şeyi şimdi gördüm. Bunun hikmeti nedir?” deyince, Peygamber efendimiz, Eshabına dönüp; “Selman’in gördüğünü sizler de gördünüz mü?” buyurdular. Onlar da; “Evet ya Resulallah! Balyozu kayaya vurduğunuz zaman, şiddetli bir şimşeğin çaktığını gördük. Sen tekbir getirince biz de tekbir getirdik” dediler. Peygamber efendimiz de; “Önceki darbenin ışığında Kisranın (Medayin’deki) köşkleri bana göründü.
Cebrail (aleyhisselam) gelip; “Ümmetin, o beldelere sahih olurlar” diye haber verdi. İkinci darbede, Rum vilayetinin (Şam’ın) kızıl köşkleri göründü. Cebrail (aleyhisselam) gelip; “Ümmetin, o diyara da sahih olur” dedi. Üçüncüsünde, San’a’nın (Yemen’in) köşkleri göründü. Cebrail (aleyhisselam); “O yere de ümmetin malik olur” diye haber verdi” buyurmuştu.
Sonra Kainatın sultanı, Acem kisrasının Medayin’deki sarayını tarif edince, oralı olan hazret-i Selman; “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Seni, hak din ve Kitab’la gönderen Allahü tealaya yemin ederim ki, o köşkler aynen anlattığınız gibidir. Senin, Allahü tealanın Resulü olduğuna şehadet ederim” demiş, Peygamber efendimiz de; “Ey Selman! Şam, muhakkak feth edilecektir. Herakliüs, memleketinin en ücra yerine kaçacaktır. Siz, Şam’ın her tarafına hakim olacaksınız. Size, hiç kimse karşı koyamayacaktır. Yemen, muhakkak feth edilecektir. Şu Diyar-ı Meşrik’de muhakkak feth edilecek ve Kisra öldürülecektir. Allahü teala bu fetihleri benden sonra size nasib edecektir” buyurmuşlardı.
Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ahırete irtihal ettikten sonra, halife seçilen hazret-i Ebu Bekr, İslam’ı yaymak üzere Ebu Ubeyde bin Cerrah hazretlerini başkumandan tayin ederek, Şam, Filistin, Ürdün taraflarını fethe göndermişti. Nice’kahramanlıklar gösterilerek o beldeler fethedilmiş, Resulullah efendimizin seneler önce mucize ile haber verdiği fetih gerekleşmişti.
Hazret-i Ebu Bekr’in vefatı ile halife seçilen hazret-i Ömer, İran’ın fethi için Sa’d bin Ebi Vakkas hazretlerini vazifelendirerek; “Ey Sa’d! Sana Resulullah’ın dayısı ve Eshabı dediklerine bakıp da gururlanma. Allahü teala kötülüğü ancak iyilik ile yok eder. Allahü teala ile insanlar arasında kulluktan başka bir bağ yoktur.
Allahü teala onların Rabbi, insanlar da kullarıdır, insanlar, Allahü tealanın huzurunda eşittirler. Ancak kullukla Allahü teala katında karşılık bulur, sevab kazanırlar. Bak, Allah’ın Resulü ne yapıyor idiyse, sen de öyle yap ve sabrı elden bırakma” buyurarak nasihat etti. Sonra Sa’d bin Ebi Vakkas hazretlerinin emrine dört bin askerverdi. Hazret-i Sa’d bu askerlerle Medine’den çıktı. İran topraklarında bulunan İslam askerleri ile birleşti. Hedefi İran’ın başşehri Medayin idi. Hazret;! Sa’d, otuz bin kişiye tamamlanan ordusu ile meşhur Kadisiye’ye geldi. Burada İran kisrası Yezd-i Cürd’ün gönderdiği Rüstem kumandasındaki yüz bin kişilik İran ordusu ile karşılaştı. Otuz bin mücahidin hücumu koca İran ordusunu perişan etmiş, tam bir hezimet vuku bulmuştu. Kumandanları Rüstem öldürülmüş, bu gaza dillere destan olmuştu.
Kadisiye meydan muharebesinde mağlub olan İran ordusu, Dicle nehrinin doğusunda kurulan başşehirleri Medayin’e çekildi.
Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri, 637 (H. 16) yılında düşmanın peşini bırakmamış, Dicle nehrinin batısına Medayin’in karşısına gelmişti. O sene çok yağmur yağdığından Dicle nehri taşmıştı, İranlılar, islam ordusunun geçmesini önlemek için köprüleri yıktırmış, derin olan Dicle nehrinden geçmek imkansız hale gelmişti. O günlerde Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri, rüyasında, müslüman atlılarını Dicle’yi geçmiş olarak görmüştü.
Sabahleyin komutanlarını toplayıp; “Yiğitlerim! Düşmanlarımız bu nehir ile kendilerini korumaktadır. B’u nehir burada bulundukça, yanlarına varamazsınız. Halbuki, onlar, istedikleri zaman gemilerle yanımıza gelip bizimle çarpışabilirler. Bizim, arkamızdan gelecek bir tehlike yoktur. Ölüm bizi yakalamadan önce, biz Allahü tealanın rızası için O’nun dinini yaymak niyetiyle cihad edelim. Bunun için ben, bu nehri geçip düşman üzerine yürümeye karar vermiş bulunuyorum. Bu konuda siz de fikirlerinizi söyleyin!” buyurdu. Orada bulunanlar; “Allahü tealanın yolunda, düşündüğünü yapmak üzere yürü. Bizi arkanda göreceksin” dediler.
Bu kararı tatbik etmek üzere önce altı yüz yiğit seçildi. Asım bin Amr hazretlerinin komutasındaki bu kahramanlar, arkadaşlarıyla helalleşip komutanlarının duasını aldıktan sonra atlarına bindiler “Allahü ekber” tekbirleri ile kendilerini Dicle’nin sularına bırakıp karşıya geçmeye başladılar.
Bunu gören İranlılar müslüman fedailerine karşı yürüdüler. İki birlik, Dicle’nin ortasında karşılaştı. Nehrin ortasında kanlı bir mücadele başladı. Kısa zamanda mücahidler galip gelip karşı kıyıya ulaştılar. Bunu gören başkumandan Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri, askerlerine; “Hasbünallahü ve ni’mel vekil (yardımı yalnız Allahü tealadan diler, O’na tevekkül ederiz. Allahü. teala bize yeter. O ne güzel vekildir) deyiniz.
Vallahi, Allahü teala, kendisine dost olan kimselere zafer nasib edecek, düşmanlarını da hezimete uğratacaktır. Allahü teala, kuvvet vermedikçe hiç kimse hiç bir şey yapamaz. Yürüyün!” buyurarak, atını Dicle’ye sürdü. Bir anda binlerce atlı, “Hasbünallah…” diyerek nehri geçmek üzere suya atladı. O ana kadar hiç suya girmemiş olan atlar, rahatlıkla Dicle’yi geçiyorlardı. Başkumandan Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri, yanında giden Selman-ı Farisi hazretlerine; “Rabbimiz ne güzel vekildir. O bize yeter. Yemin ederim ki, dostlarına zafer ihsan edecek, düşmanlarını hezimete uğratacaktır. Yeter ki, askerlerimizde bir serkeşlik, günah işleme hali olmasın.
Muhakkak iyilikler galip gelecektir” dedi. Hazret-i Selman, İslam askerlerinin nehri geçmek için gösterdiği gayreti görünce, gözleri doldu. Allahü tealaya şükrettikten sonra; “İslam dini yenidir. Karalar, bu dine sahib olanların emrine verildiği gibi, denizler de verilmiştir. Selman’ın nefsini yed-i kudretinde bulunduran Allahü tealaya yemin ederim ki, bu mübarek islam askerleri Dicle’ye nasıl dalmışsa, yine o şekilde çıkacaktır” diyerek, inandığı bu ulvi düşünceyi açıkladı. Nehri geçerken sadece bir asker atından düşmüş, yakınında bulunan Ka’ka bin Amr hazretleri onu yakalayıp sudan çıkarmıştı.
Mücahidlerin karşıya geçmesine mani olamayan Farslılaryani İran askerleri, Kadisiye meydan muharebesinde uğradıkları müthiş hezimetin verdiği korku ile başşehir Medayin’i bırakıp selameti kaçmakta bulmuşlardı. Kralları Yezd-i Cürd dahi, hazinelerini, tahtını, çocuklarını acele hazırlayıp Hulvan’a doğru yol almıştı. Halk, gücüne göre yükte hafif, pahada ağır olan ne varsa alıp kisraları Yezd-i Cürd’ün peşine düşmüştü.
İslam askerleri fedai birliği, Asım bin Amr hazretlerinin öncülüğünde Medayin’e girdiler. Sokaklarda kaçamayan, korkulu gözlerle bekleşip eman dileyen halktan başka kimse görülmüyordu. Mücahidler, hiç bir direnmeyle karşılaşmadan Kisra’nın beyaz sarayına vardılar. Sarayı, bir alay saray muhafızı bekliyordu. Onlar da eman dileyerek teslim oldular.
Medayin fethedilmiş, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin seneler önceki mucizesi ile haber verdiği fetih gerçekleşmiş, Kisra’nın sarayı müslümanların eline geçmişti. O kadar ganimet ele geçti ki, altmış bin süvarinin her birine on iki bin dirhem isabet etti. Yüz seksen milyon dirhem de müslümanlara dağıtılmak üzere, Emir-el-mü’minin hazret-i Ömer’e gönderildi.
Kisra, acele ite yanına alabildiği hazineleriyle birlikte Hulvan’a giderken, Celula’ya uğradı. Burada askerlerini toplayan Yezd-i Cürd, onlara, saltanatının sona erdiğini, kızının esir düştüğünü, hazine ve mallarının elinden çıktığını anlattıktan sonra, dedi ki: “Ey Parstılar! Dünya pek alçak, ömür sür’atle tükeniyor, göç edip gitmek çok yakındır. Bizden öncekiler hep toprağa girdiler. Mülkümüz elimizden çıktı, izzet ve şerefimiz yok oldu. Memleketimiz müslümanların eline geçti. Atlarının; Hemedan, Rey ve Horasan’da koşacağı günler yakındır. Dikkatli olunuz, fırsatları değerlendiriniz, öyle ümid ediyorum ki, tanrılarımız ateş ile güneş, bize yardım edecektir. Toplanınız. Ayrılacak olursanız bir daha ebediyyen bir araya gelemezsiniz. Burada Arablarla yapacağımız savaşta zafer elde edersek istediğimize kavuşmuş, edemezsek üzerimizdeki görevi yerine getirmiş oluruz.”
Mihran ismindeki kumandanı buraya tayin edip, kendisi Hulvan’a gitti. Mihran, Celula’nın etrafına hendekler kazdırdı ve dikenli demirlerle çevirtti. Surları sağlamlaştırıp mancınıklar yerleştirdi. Şehirde bulunan herkesi canla başla çalıştırıp, eksikleri tamamlattı. Sonra da kanlarının son damlasına kadar çarpışacaklarına, hiç bir zaman kaçmayacaklarına dair söz alıp, yemin ettirdi. Gelen yardımlarla birlikte yüz bini geçen İran askeri, müslümanların gelmesini bekliyorlardı.
Bu sırada Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri, Musulluların Tekrit şehrinde, Mihran’ın da Celula’da ordugahını kurduğu, hendekler kazıp, surlara mancınıklar yerleştirdiği, hezimete uğramamak için yemin ettikleri haberini aldı. Durumu hazret-i Ömer’e bildirdi. Halife’den gelen mektupda; “Ey Sa’d! Şunu iyi bil ki, Allahü teala vadini gerçekleştirecektir. Haşim bin Utbe’ye, Ensar ve Muhacirden iki bin, diğerlerinden on bin asker vererek Celula’ya gönder, öncü kuvvetlerin başına Ka’ka bin Amr’ı tayin et. Allahü teala zafer ihsan ederse, Ka’ka’yı, Sevad bölgesi ile dağlık bölge arasında görevlendir…” buyruluyordu.
Bunun üzerine Haşim bin Utbe hazretleri, askerlerinin başında Farslıların üzerine yürüdü. Hazret-i Ka’ka, cihad-ı fi sebilillah, Allahü tealanın dinini yaymak için fedaileriyle en önde gidiyordu. “Allahü ekber, Allahü ekber!” tekbir sedaları ile Celula’ya ulaştılar. Şehrin pek muhkem surlarla çevrildiğini gördüler.
Surların üzerinde ateşler yakılmıştı. İranlı askerler, ateşe ve güneşe karşı secdeye kapanıyor ve yardım için yalvarıyorlardı.
Şanlı İslam ordusu, kalenin bir ok atımı kadar yakınına gelip ordugahlarını kurdular. Kumandan Haşim hazretleri, sünnet-i şerife uygun olarak kaleye elçiler gönderdi. Elçi hey’eti, kalenin karınca sürüsü gibi askerle dolu olduğunu gördüler. Surları çok muhkem yapmışlar, askerleri zamanın en iyi silahlarıyla donatmışlardı. Kumandanları Mihran’ın yanına varan elçi hey’eti, onlara islamiyet’i anlattıktan sonra; “Müslüman olmalarını, olmazlarsa cizye vererek islam’ın te’minatı altında, mallarını, mülklerini, ırzlarını ve dinlerini korumalarını, bunu da kabul etmezlerse harbe hazır olmalarını” bildirdiler. Ateşe ve güneşe tapan Mihran ve yanındakiler, bu teklifi kabul etmediler.
Elçi hey’eti, hazret-i Haşim’e durumu bildirince, Allahü tealanın izniyle kaleyi dörtbir taraftan muhasaraya başladı. Mücahidler ok atışları ile harbe giriştiler. İranlılar, ok ve mancıkla cevap veriyorlardı, islam ordusu, namaz vakitlerinde iki gruba ayrılıyor, biri namaz kılarken, diğer grup muhasaraya devam ediyordu. Kalenin etrafında hendekler ve dikenli demir engeller olduğu için fazla yaklaşılamıyor, yaklaşsalar da pek faydası olmuyordu. Farslılar yüz binden fazla olmalarına rağmen, korkularından meydana çıkıp da göğüs göğüse çarpışamıyorlardı. Günler böyle muhasara ile geçerken, biraz cesaretlenen Fars askerleri, kumandanları Mihran’a; “Niçin böyle surların arkasında saklanıp duruyoruz?!… Meydana çıkalım, müslümanlarla göğüs göğüse çarpışarak hadlerini bildirelim!… Burada durmaktan sıkıldık. Tepemizde parlayan güneş bize yardım edecek, düşmanlarımıza karşı muzaffer kılacaktır! Ateş de bize yardımlarını esirgemeyecektir!…” dediler. Mihran, askerlerinin bu arzu ve hevesini görünce, surdan çıkmalarına izin verdi. Çıkanların başına Cevzan bin Cehran’ı kumandan tayin etti.
Farslıların, şehrin kapılarını açıp Dışarı çıkmalarına mücahidlerçok sevindiler. Onların hücuma kalktığını gören mücahidlerin serdarı hazret-i Haşim; “Yiğidlerim, bahadırlarım! Ey mücahid gazilerim! Cennet ne güzel! Ona kavuşmak ne güzel!… Allahü teala, imanınız ve güzel amelleriniz karşılığında sizlere rahmet eder, ihsanlarda bulunur. O halde kalblerimizden şu fani dünyada kalma meylini ve düşman korkusunu atınız.
Genişliği yerler ve gökler kadar olan Cennet’e girmek için hep birlikte cihad ediniz” dedikten sonra, kahraman askerlerini şefkatle süzdü ve; “Kardeşlerim! Onların kalabalık oluşu kalbinize bir korku getirmesin. Vallahi Resulullah efendimiz, Bedr muharebesinde 313 kişi ile düşmanla çarpıştı. Allahü teala onlara yardım edip muzaffer eyledi. Kur’an-ı kerimde mealen; “Nice az bir cemaat vardır ki, Allahü. tealanın izni ile kalabalık bir topluluğa galip gelmiştir.
Allahü teala sabredenlerle beraberdir” buyruluyor. (Bekara suresi: 249) Siz de sabrediniz ki, muzaffer olasınız” dedi. Gün terdir fırsat bekleyen mücahidler, komutanlarının bu hitabıyla şevke geldiler. Üzerlerine hücuma kalkan Farslılarla göğüs göğüse gelince, yalın kılıçla kanlı bir çarpışma başladı. İranlılar, ok ve mızrak atışlarıyla yarı yarıya kırılmışlardı.
Daha ilk anda maneviyatı bozulan düşman, ümitsiz bir çarpışmaya girmişti. Mücahidler, aşk ve şevk ile hücum ediyorlar, her kılıç savruşunda bir İranlıyı yere deviriyorlardı. Ka’ka bin Amr hazretleri ve onun fedaileri; “Allah Allah” nidaları ile vuruşuyorlardı. Çarpışa çarpışa surlara kadar ulaştılar. Nihayet şiddetli bir fırtına koptu. Her taraf toz duman içinde kaldı. Kimse kimseyi görecek halde değildi. Farslı süvarilerin çoğu geri kaçarken, kendi kazdıkları hendeklere düştüler. Bu sırada Ka’ka bin Amr hazretlerinin; “Ey müslümanlar! “Şu anda emiriniz, hendek içerisinde çarpışmaya devam ediyor ve orayı ele geçirmiş bulunuyor, önünüzdeki engelleri aşarak yardımına yetişiniz!” diye bağırdığı işitildi.
Bunu işiten mücahidlerin maneviyatları yükseldi, önlerindeki düşmanı biranda geriye püskürtüp hendeğe ulaştılar ve Farslıları, hezimete uğrattılar. Düşman kaçmaya başlamıştı. Ka’ka bin Amr ve askerleri (radıyallahü anhüm), düşmanın peşinden kaleye daldılar. Diğer mücahidler onlara yetişip hep birlikte kalenin içindeki Fars askerleriyle ölüm-kalım mücadelesine giriştiler.
Savaştan önce teslim olmayacaklarına dair yemin eden İranlılar, inatla çarpışıyorlar, bir türlü eman dilemiyorlardı. Bu sebeple İslam askerlerinin kılıçlarından kurtulamıyor, ve karşı gelmenin cezasını canlarıyla ödüyorlardı. Kısa zamanda Farslılar yok edilmiş ve komutanları Mihran, bir kısım askeriyle kaçmayı başarmıştı. Bunu gören Ka’ka hazretleri, birkaç fedaisiyle peşlerine düştü. Hanikin denilen yerde yakalayıp öldürdü.
İran kisrası Yezd-i Cürd, haberi duyduğu zaman Hulvan’dan acele ayrılıp Rey şehrinin yolunu tutmuştu. Zafer, Sa’d bin Ebi Vakkas hazretlerine ulaştırıldı. Hazret-i Sa’d, alınan ganimetlerin beşte dördünü askerlerine pay ettikten sonra, geri kalan birini de halife-i müslimin hazret-i Ömer’e, zaferi müjdeleyen mektubu ve ganimetlerin hesabını Ziyad bin Ebih ile gönderdi. Ziyad hazretleri, kazanılan zaferi Halife’ye öyle beliğ, öyle fasih, açık anlattı ki, hazret-i Ömer çok memnun oldu. “Bu şekilde, bütün müslümanların huzurunda bana anlattığın gibi anlatabilir misin?” buyurdu. O da; “Anlatırım” deyince, müslümanlar Mescid-i Nebi’de topladı. Aynı şekilde onlara da anlattı. O zaman hazret-i Ömer; “Hitabet ancak bu kadar olur” buyurarak, takdirlerini belirttiler.
Ganimetler” bir meydana indirildi. Yakutları, zebercedleri, elmas ve altınlar ile mücevherleri gören Halife ağlamaya başladı. Yanında bulunan Abdurrahman bin Avf; “Niçin ağlıyorsun ey mü’minlerin emiri? Cenab-ı Hakk’a yemin ederim ki, buna ağlamak değil şükretmek lazım değil mi?” diye sual edince, hazret-i Ömer; “Yemin ederim ki, ben bunun için ağlamıyorum. Allahü teala hangi kavme bu hazineleri verdiyse, onlar mutlaka birbirlerine hased etmişler, kıskanmalardır. Birbirlerine buğz edip kin beslemişlerdir. Böylece o kavim arasındaki birlik ve beraberlik ortadan kalkmış, kuvvetleri yok olmuştur” buyurdu. O gün, vakit akşama doğru yaklaşmıştı. Ganimetler çok olup paylaştırmak çok zaman alacağından, Abdullah bin Erkam ve Abdurrahman bin Avf (radıyallahü anhüma) nöbetçi bırakıldı. Ertesi gün dağıtım yapıldı.
Celula zaferi ile Irak tamamen fethedilmiş, İranlı mecusiler daha doğuya itilmiş oldu.
Kaynak
İslam Tarihî Ansiklopedisi