Ebu Talib
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin amcası ve hazret-i Ali’nin babası. Peygamber efendimiz, sekiz yaşında iken dedesi Abdülmuttalib vefat etince, Ebû Tâlib’in yanında kaldı. Ebû Tâlib, İslâm’a gelmedi, düşmanlık da etmedi. Hicretten üç yıl önce, seksen yaşını geçmiş olarak vefat etti.
Abdülmuttalib vefat edeceğine yakın, oğullarını toplayıp; “Artık dünyâdan âhırete göç etme vaktim geldi. Tek düşüncem bu yetimdir. Keşke ömrüm uzun olsaydı da bu hizmeti severek devam ettirseydim. Fakat elden ne gelir? Ömür vefa etmeyecek. Şimdi gönlüm ve dilim bu hasret ateşiyle yanıyor.
Bu inci tanesini içinizden birine emânet etmeyi isterim. Acaba hanginiz lâyıkı ile O’nun haklarını gözetir ve hizmetinde kusur etmez” dedi.
Oğullarının hepsi bu işe tâlib olunca, Abdülmuttalib sırayla her birinin hususiyetlerini söyleyerek kabul etmedi. Ancak sıra Ebû Tâlib’e gelince; “Bu hizmete lâyık olan sensin. Lâkin, ben her işte O’na danışır ve isteği üzere hareket ederim. Bu hususta kendisiyle meşveret edeyim. Hanginizi tercih ederse, o, benim de kabûlümdür” dedi. Peygamber efendimiz o an kalkıp, Ebû Tâlib’in boynuna sarıldı ve dizine oturdu. Abdülmuttalib, o zaman çok ferahladı ve; “Allahü teâlâya hamd olsun. Benim istediğim de bu idi” dedi.
Dedesinin vefatından sonra, kâinatın efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, sekiz yaşından îtibâren amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve onun himayesinde büyüdü, O zaman Ebû Tâlib de, babası Abdülmuttalib gibi Mekke’de Kureyş’in ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü dinlenilen bir zât idi. O da Peygamber efendimize büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyumaz, b(r yere gitmez ve;
“Sen çok hayırlısın, çok mübareksin!” derdi. O, elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce O’nun başlamasını isterdi. Bâzan da O’na ayrı sofra kurdururdu. Sabahları uyandığında yüzünün ay gibi parladığını, saçlarının tarandığını görürlerdi. Ebû Tâlib’in fazla malı yoktu, ailesi de kalabalıktı. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizi himayesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu.
Mekke’de vuku bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde, Ebû Tâlib O’nu Kabe’nin yanına götürüp, dua etti. O’nun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular.
Sevgili Peygamberimiz on iki yaşlarında iken, Ebû Tâlib, Şam’a yapacağı bir ticâret seferine O’nu da götürdü.
Ancak Busra yakınlarındaki bir manastırın rahibi olan Bahîra, Resûlullah efendimizin peygamberlik alâmetlerini görerek, Ebû Tâlib’e O’nu daha ileri götürmemesini söyledi. Ebû Tâlib de mallarını orada satarak geri döndü.
Ebû Tâlib, ömrü boyunca Peygamber efendimizi yanından hiç ayırmadı. O’nu ölünceye kadar korudu. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin hazret-i Hadîce (radıyallahü anhâ) ile evlenmesinde mühim hizmetleri oldu.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin evliliğinden on beş sene geçmiş, Ebû Tâlib’in pek çok yardımlarına kavuşmuştu. Peygamber efendimiz de onun geçim yükünü hafifletmek için oğlu hazret-i Ali’nin bakılıp, büyütülme işini üzerine almıştı.
Bu sırada, insanlara ve cinlere Peygamber olduğu bildirilmişti. Müddessir sûresinin nazil olmasıyla, insanları İslâm dînine davete başlamıştı. Bu daveti gizli olarak yapıyordu. Bir müddet sonra da; “Yakın akrabanı Allahü teâlânın azabı ile korkutarak, onları hak dine çağır”(Şu’arâ sûresi: 214) meâlindeki âyet-i kerîme nazil olunca, akrabasını dîne davet etmek için hazret-i Ali’yi gönderdi ve hepsini Ebû Tâlib’in evine çağırdı. Önlerine bir kişiye yetecek kadar, bir tabak yemek ve bir tas süt koydu. Önce kendisi Besmele ile başlayıp gelen akrabasına;
“Buyurun”dedi. Gelenler kırk kişi idi. Hepsi yeyip doydukları hâlde yemek hiç eksilmedi. Gelenler bu mucize karşısında şaşıp kaldılar. Yemekten sonra Peygamber efendimiz, akrabalarını İslâm’a davet etmek için söze başlamak üzere idi. Amcası Ebû Leheb düşmanlık ederek; “Biz bu günkü gibi bir sihir görmedik.
Akrabanız sizi bir sihirle büyüledi. Ey kardeşimin oğlu! Ben senin getirdiğin gibi şer ve kötülük getiren başka bir kimse görmedim” diyerek, sözlerine hakaretle devam etti. Peygamberimiz de, Ebû Leheb e; “Kureyş ve bütün Arab kabilelerinin yapamayacağı kötülüğü bana sen yaptın”buyurdu. Hiç biri müslüman olmadan dağıldılar.
Fakat Ebû Tâlib, kardeşi Ebû Leheb’in yaptığına çok üzülmüştü. Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra, akrabasını tekrar davet etti. Hazret-i Ali yine hepsini çağırdı. Önceki gibi önlerine yemek kondu.
Peygamber efendimiz, yemekten sonra ayağa kalkıp; “Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur. Yardımı ancak O’ndan isterim. O’na inanır, O’na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur, O birdir. O’nun esi ve ortağı yoktur”buyurduktan sonra, sözlerine şöyle devam etti:
“Size asla yalan söylemiyorum ve doğruyu bildiriyorum… Sizi, bir olan ve O’ndan başka ilâh olmayan Allahü teâlâya imân etmeye davet ediyorum. Ben, O’nun, size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.
İyiliklerinizin karşılığında mükâfat, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Bunlar da, ya Cennet’te veya Cehennemide ebedî kalmaktır. İnsanlardan, âhıret azâbı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz”Ebû Tâlib bu sözleri dinledikten sonra;
“Ey muhterem yeğenim! Sana yardım etmekten daha kıymetli bir şey bilmiyorum. Nasihatlerini benimseyip kabullendik. Şu anda, burada toplananlar, deden Abdülmuttalib’in çocuklarıdır. Muhakkak ki, ben de onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, içimizde en öhce ben koşarım.
Etrafını kuşatıp, seni korumaktan biran geri durmayacağıma söz veriyorum. Sen, emrolunduğun şeye devam et. Fakat, eski dînimden ayrılmak hususunda, nefsimi bana boyun eğer bulmadım” dedi. Ebû Tâlib bundan sonra da îmâna gelmedi.
Ancak düşmanlık da etmedi. Resûlullah efendimizi müşriklere karşı himayede bulundu. Müşriklerin her türlü öldürme tehditlerine karşı koydu. Muhasara edildikleri üç sene zarfında müslümanlara yardım etti. Muhasaranın kaldırılmasında mühim rol oynadı.
Bu muhasaradan sonra Ebû Tâlib hastalandı ve gün geçtikçe hastalığı şiddetlendi. Bunu işiten Kureyşli müşrikler; “Ebû Tâlib hayatta iken, Muhammed’in himayesine çok gayret etmiş idi. Artık göç etme zamanı yaklaştı. Son vaktinde de olsa bir ziyaretine gidelim.
Zîrâ Hamza gibi eşi olmayan bir Arab merdânesi ve heybetli, pehlivanlığı ve korkusuzluğu güneş gibi meydanda olan Ömer müslüman oldular. Her geçen gün Arab kabîlelerinden insanlar gelerek bölük bölük O’na tâbi oluyorlar.
Böylece müslümanlar günden güne çoğalıyor ve sesleri âlemi tutuyor. Bu vaziyete göre ya bizim onlara tâbi, veya ceng ve kıtale hazır olmamız îcâbedecektir. Ebû Tâlib’e varıp durumu anlatalım da aramızı bulsun. O’nun dînine taarruz etmiyelim. O da bizim dînimize saldırmasın” düşüncesiyle, Ebû Tâlib’in yanına geldiler.
Ukbe, Şeybe, Ebû Cehl, Ümeyye bin Halef gibi tanınmış kimseler, Ebû Tâlib’in yatağının kenarına oturdular. Dediler ki: “Senin büyüklüğüne inanıyor, üstünlüğünü kabul ediyoruz. Bu sebeple sana, asla muhalefet etmedik. Korkarız ki, sen öldükten sonra,
Muhammed bizimle uğraşır, husûmet aramızda devam eder. Bizi barıştır da birbirimizin dînine taarruz etmeyelim.” Ebû Tâlib, Peygamber efendimizi çağırtıp; “Kureyş’in bütün ileri gelenleri senden, onların dînine karışmamanı rica ediyorlar.
Bunu kabul edersen, senin emrinde çalışırlar ve sana yardımcı olurlar” dedi. Âlemlerin efendisi buyurdu ki:
“Ey Amca! Ben onları, ancak bir kelimeye davet etmek istiyorum ki, o kelime ile bütün Arablar, onlara boyun eğerler. Arab olmayanlar da cizye öderler”buyurdu. Kureyş eşrafına da; “Evet! Siz, bana bir kelime söyleyiverirseniz, onunla bütün Arablara hâkim olursunuz, Arab olmayanlar da size boyun eğerler.
”buyurdu. Ebû Cehl; “Olur. Onu on misli olarak söyleriz. Ne imiş o kelime?” dedi. Resûlullah efendimiz;
“La ilahe illallah” derseniz ve Allahü teâlâdan başka tapmakta olduğunuz putları da kaldırıp atarsanız” buyurunca, müşrikler hemen; “Sen, bizden, bundan başka bir şey iste!…” dediler.
Peygamber efendimiz; “Siz, güneşi getirip ellerime koyacak olsanız, ben sizden, bundan başkasını ister değilim”buyurdu. Müşrikler; “Yâ Muhammed! Çok acâib bir teklifte bulunuyorsun.
Biz senin hatırına riâyet etmek istiyoruz; sen, bizim hatırımızı hoş etmiyorsun!” diyerek, kalkıp gittiler. Onlar gidince, Ebû Tâlib, Peygamber efendimize; “Senin Kureyş’ten istediğin şey, gayet yerinde idi. Doğru söyledin” dedi.
Amcasının bu sözü, Resûlullah efendimizi ümitlendirdi ve Ebû Tâlib’in îmâna geleceğini ümîd ederek; “Ey amca! Bir kere “La ilahe illallah” de! Tâ ki, kıyamet günü sana şefaat edeyim”buyurdu. Ebû Tâlib; “Halkın, ölmekten korktu da onun için müslüman oldu, diyerek ayıplamalarından korkuyorum.
Yoksa, senin hatırını hoş ederdim” diyerek nefsine ağır geldiğini söyledi ve hastalığı gitgide ağırlaşıp vefat etti.
Vefat ettiğinde seksen yaşını geçmiş bulunuyordu. Her biri Eshâb-ı kiramdan olan; hazret-i Ali, Ukayl, Ca’fer ve Ümm-i Hânı (radıyallahü anhüm) Ebû Tâlib’in evlâdıdır.
KAYNAK
ehlisunnetbuyukleri