Mute Savaşı
Mute Savaşı
Alemlere rahmet olarak gönderilen habib-i ekrem efendimiz Mekke’ye umre için gittiklerinde, eshabından Velid bin Velid hazretlerine;
“Halid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyet’i tanımaması, bilmemesi olamaz. Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını Müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini sever, üstün tutardık” buyurmuştu.
Velid bin Velid , daha önce de ağabeyine zaman zaman mektup yazar, Müslüman olmasını teşvik ederdi. Peygamber efendimizin bu mübarek sözlerini de ulaştırınca, Halid bin Velid’in İslâmiyet’e olan meyli gittikçe fazlalaştı.
Umre ziyaretini yapan sahabiler, Medine’ye dönmüşlerdi. Aradan günler geçmiş, hicretin sekizinci yılına girilmişti. Halid bin Velid ise, artık yerinde duramıyor, bir an önce Medine’ye ulaşmak, Alemlerin efendisinin huzurunda diz çöküp, Müslüman olmakla şereflenmek için yanıp tutuşuyordu. Kendisi şöyle anlatmıştır:
Allahü teâlâ bana Peygamber efendimizin muhabbetini ihsan etti. Kalbime İslâm’ın sevgisini yerleştirdi. Hayrı ve şerri ayıracak hale getirdi. Kendi kendime; “Ben, Muhammed aleyhisselama karşı bütün savaşlarda bulundum. Ama her savaş yerini terk ederken, bozuk ve yanlış bir hal üzere olduğumu ve O’nun bir gün mutlaka bize galib geleceğini biliyor ve bu hislerle ayrılıyordum.
Resulullah efendimiz, Hudeybiye’ye geldiği zaman da, düşman süvarilerinin komutanı idim. Usfan’da onlara yaklaşıp gözüktüm. Resulullah, bizden emin bir şekilde, Eshabına öğle namazını kıldırıyordu. Üzerlerine ani baskın yapmak istedik, ama mümkün olmadı.
Böyle olması da hayırlı oldu. Resulullah, kalbimizden geçenleri anlamış olmalı ki, ikindi namazını temkinli kıldılar. Bu durum bana çok te’sir etti. Bu zat her halde, Allah tarafından korunuyor olmalı dedim. Birbimizden ayrıldık.
Ben, çeşitli düşünceler içindeyken Muhammed aleyhisselam umre için Mekke’ye gelince, O’na görünmedim. Kardeşim Velid’le birlikte gelmişler ve beni bulamamışlardı. Kardeşim şöyle bir mektup bırakmıştı:
“Bismillalirrahmanirrahim! Allahü teâlâya hamd ü sena ve Resulullah’a salatü selamdan sonra derim ki, hakikaten ben, senin İslâmiyet’ten yüz çevirip gitmen kadar şaşılacak bir şey bilmiyorum. Halbuki, gittiğin yolun yanlış olduğunu anlamaktan aciz değilsin. Niye aklını kullanmıyorsun? İslâmiyet gibi bir dini tanıyıp anlayamaman ne kadar tuhaf! Peygamber efendimiz, bana seni sordu. Senin, İslâmiyet’i tanıyıp, gayret ve kahramanlığını Müslümanların arasında, müşriklere karşı kullanmanı arzu ediyorlar. Ey kardeşim! Çok fırsatları kaçırdın; artık daha fazla gecikme!”
Kardeşimin mektubu bana ulaşınca, Müslüman olma arzusu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resulullah’ın söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyamda sıkıntılı, dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil, geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medine’ye varınca, bu rüyamı hazret-i Ebu Bekir’e anlatıp, tabirini ondan sormaya karar verdim.
“Acaba, oraya giderken bana kim arkadaş olabilir?” diye düşünüyordum. O sıra Safvan bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. Teklifimi reddetti.
Daha sonra İkrime bin Ebu Cehl’e rastladım. O da reddedince evime gittim. Hayvanıma binip, Osman bin Talha’nın yanına vardım. Ona da Müslüman olmak üzere, Resulullah’a gideceğimi ve bana arkadaşlık yapmasını söyledim. Tereddütsüz kabul etti ve ertesi günü seher vakti birlikte yola çıktık.
Hadde denilen yere vardığımızda, Amr bin As ile karşılaştık. O da Müslüman olmak için Medine’ye gidiyordu. Medine’ye vardık. Elbisemin en güzelini giyip, Resulullah efendimizle görüşmeye hazırlandım. O sırada kardeşim Velid geldi ve; “Acele et. Çünkü Peygamber efendimize sizin geldiğiniz haber verilmiş, O da çok sevinmiş, şimdi sizi bekliyor” dedi.
Acele ile, O yüce peygamberin huzuruna vardım. Gülümsüyordu. Selam verdim; “Allahü teâlâdan başka ilah olmadığına ve senin de Allahü teâlânın peygamberi olduğuna şehadet ediyorum” dedim. “Seni hidayete erdiren, doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun” buyurdu. Sonra günahlarımın affı için Allahü teâlâya dua etmesini istedim. Benim için dua etti ve; “İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları kesip atar” buyurdu.
Diğer iki arkadaşım da Müslüman oldular.
Böylece, Mekke’nin en bahadırlarından, gözünü budaktan esirgemeyen, gayeleri uğrunda canlarını vermekten zerre kadar çekinmeyen bu üç pehlivan, gönüllerinden coşan bir samimiyetle Resul-i ekrem efendimizin huzurunda Eshab-ı kiramdan olmakla şereflenmişlerdi.
Artık, bütün güçleriyle küfrü yok etmek için çalışacaklardı. Onların Müslüman olmasına, sahabiler çok sevinmişler, sevinçlerini; “Allahü ekber!” diye tekbirlerle açığa vurmuşlardı.
* * *
Hicretin sekizinci yılında, alemlere rahmet olan Server-i kainat efendimiz, İslâmiyet’in yayılması için yine çeşitli kabilelere, devletlere elçiler gönderdiler.
Bunların bazılarından müsbet neticeler gelmiş, fakat Busra vailisine gönderilen Haris bin Ümeyr hazretleri, Şam’ın Belka nahiyesinin Mute köyünde hıristiyan askerleri tarafından tutuklanmıştı. Şam valisi Şürahbil bin Amr’ın yanına götürülen hazret-i Haris, elçi olduğu halde, alçakça katledilip, şehid edilmişti.
Bu habere sevgili Peygamberimiz çok üzülmüşler ve derhal kahraman Eshabının toplanmasını emir buyurmuşlardı. Bu emri alan Sahabiler, çocuklarıyla helallaşıp acele Cürf ordugahında toplandılar
Habib-i ekrem efendimiz öğle namazını kıldırdıktan sonra;
“Cihada çıkacak olan şu insanlara, Zeyd bin Harise’yi kumandan tayin ettim! Zeyd bin Harise şehid olursa, yerine Ca’fer bin Ebi Talib geçsin. Ca’fer bin Ebi Talib şehid olursa, Abdullah bin Revaha geçsin. Abdullah bin Revaha da şehid olursa, Müslümanlar aralarında münasib birini seçsin ve onu kendilerine kumandan yapsın!” buyurdu.
Bunun üzerine Eshab-ı kiram, isimleri sayılan kahramanların şehid olacağını anlayarak ağlamaya başladılar; “Ya Resulallah! Keşke sağ kalsalar da kendilerinden istifade etseydik!..” dediler. Peygamber efendimiz onlara cevap vermeyip sustular.
Ya Abdullah! niçin ağlıyorsun
Mute savaşı için toplanan ve Efendimizin nasihatlarını dinleyen eshabın arasında bulunan hazret-i Zeyd, Ca’fer ve Abdullah büyük bir sevince gark olmuşlardı. Çünkü en büyük gayeleri Allahü teâlânın dinini yayarken şehid olmaktı. Artık şehid olma müjdeleri verilmiş ve bunu bizzat kendi kulakları ile işitmişlerdi.
Mücahidler hazırlıklarını bitirmişler, kumandanlarını bekliyorlardı. Sevgili peygamberimiz, beyaz İslâm sancağını Zeyd bin Harise hazretlerine teslim etti. Ona, Haris bin Ümeyr’in şehid edildiği yere kadar gitmesini ve İslâm’ı tebliğ etmesini emretti. Kabul etmezlerse düşmanla çarpışmasını emir buyurdular.
Abdullah bin Revaha hazretleri, yanındaki kumandan arkadaşlarıyla birlikte vedalaştıkları sırada, ağladı. Arkadaşları; “Ey Abdullah! Ne için ağlıyorsun?” diye sordular. Şair olan Abdullah bin Revaha ;
“Ağlamamın sebebi, değil dünya sevgisi,
Ve değildir vallahi, özleyeceğim sizi.
Asıl sebep şudur ki, Kur’an-ı kerimde,
Şöyle buyurmaktadır, Rabbimiz bir ayette:
“Muhakkak biliniz ki, sizlerin içinizden,
Hiçbir kimse yoktur ki, geçmesin Cehennem’den…”
İşittim bu ayeti, Resulullah okurken,
Cehennem’e uğrarsam, nasıl sabrederim ben!” dedi.
Arkadaşları; “Allahü teâlâ seni, sevgili kulları zümresine ilhak etsin, salihlerden olasın!” diye dua ettiler. Sonra Abdullah bin Revaha hazretleri; “Fakat ben, Allahü teâlâdan magfiret olunmak diliyorum. Bir de, kanları fışkırtıp köpürten bir kılıç darbesiyle veya ciğer ve barsaklarımı kasıp kavuran bir mızrak saplanmasıyla şehid olmak istiyorum!..” dedi.
Ordu gitmeye hazırlandığı sırada, hazret-i Abdullah bin Revaha, Peygamber efendimizin yanına varıp vedalaştıktan sonra;
“Ya Resulallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir şey tavsiye buyurur musunuz?” dedi.
Peygamber efendimiz ona; “Sen, yarın Allahü teâlâya pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri, namazları çoğalt” buyurdu.
Abdullah bin Revaha; “Ya Resulallah! Bana, nasihatinizi çoğaltır mısınız?” deyince, sevgili Peygamberimiz;
“Allahü teâlâyı daima zikret. Çünkü, Allahü teâlâyı zikr, umduğuna ermende sana yardımcı olur” buyurdu.
Ahde vefasızlık göstermeyiniz
Mute savaşı için toplana üç bin kişilik İslâm ordusu; “Allahü ekber! Allahü ekber!” tekbirleri arasında yürümeye başladı.
Sevgili Peygamberimiz ve Medine’de kalan sahabiler, mücahid gaziler Veda yokuşuna kadar takib ettiler.
Burada Alemlerin efendisi, mübarek İslâm ordusuna şöyle hitab ettiler: “Ben size, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmanızı, yanınızdaki Müslümanlara karşı hayırlı olmanızı ve onlara iyi davranmanızı tavsiye ederim.
Allahü teâlânın yolunda, O’nun ismini söyleyerek harbediniz. Ganimet alınan mallara hıyanet etmeyiniz. Ahde vefasızlık göstermeyiniz. Çocukları öldürmeyiniz.
Orada hıristiyanların kiliselerinde, insanlardan ayrılıp kendilerini ibadete vermiş bazı kimseler bulacaksınız. Onlara dokunmaktan sakınınız!
Onların dışında, başlarında şeytanların yuvalandıkları bazı kimselere de rastlayacaksınız ki, onlara acımayınız!
Siz, kadınları, yaşlanmış pir-i fanileri öldürmeyiniz. Ağaçlara yakmayınız ve kesmeyiniz. Evleri de yıkmayınız!”
Baş kumandan Zeyd bin Harise’ye de şu nasihatta bulundular:
“Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine davet et!.. Eğer Müslüman olurlarsa onları, Muhacirler yurdu olan Medine’ye hicret etmeye davet et!
Davetini kabul ederlerse, Muhacirlerin sahib oldukları haklara kendilerinin de sahib olacaklarını ve onların mükellef oldukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir.
Şayet Müslüman olup ülkelerinde oturmayı tercih ederlerse, Müslümanlardan göçebe Arablar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan ilahi hükmün, kendileri için de uygulanacağanı harp ganimetlerinden kendilerine bir şey ayrılamayacağını ve ganimetten ancak Müslümanların yanında harbedenlerin faydalanacağını bildir!
Eğer İslâm’ı kabul etmezlerse, onları cizye vermeye davet et! İçlerinde bunu kabul edenlere dokunma! Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allahü teâlânın yardımına sığınarak onlarla harb et!..”
Bu nasihatlerden sonra mücahidlerle vedalaştılar. İslâm ordusu, tekbir sadalarıyla ayrıldı. Geride kalanlar, gidenlere el sallayıp; “Allahü teâlâ sizi her türlü tehlikelerden muhafaza buyursun, yine sağ salim geri çevirsin…” diye dua ediyorlardı.
Ufuktan kayboluncaya kadar, yaşlı gözlerle arkalarından gıbta ile baktılar… Zeyd bin Harise’nin elindeki mukaddes sancak dalgalanıyor, mücahidler bilinmeyen uzun bir yolculuğa, Allahü teâlânın dinine hizmet için gidiyorlardı.
İslâm ordusu, hızla Suriye’ye doğru ilerliyordu. Yolculuk olaysız ve neş’eli geçiyordu. Mücahidler, bir an önce düşmanla karşılaşmak için sabırsızlanıyorlardı.
Tek arzusu şehid olmaktı
Mute savaşı için ilerleyen ordunun içinde olup, şehidliği isteyenlerin içinde en arzulu olanlardan biri de Abdullah bin Revaha hazretleriydi. Bunu Zeyd bin Erkam şöyle anlattı:
“Ben Abdullah bin Revaha’nın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim. O, Mute seferine çıktığında, beni de devesinin arkasına bindirmişti. Geceleyin bir müddet gidince, dudaklarından şu beytler dökülüyordu.
“Ey devem! Kumluktaki, kuyuya eğer beni,
Oradan da dört konak, götürürsen ileri.
Çıkarmam artık seni, bundan başka sefere,
Sahipsiz kalacaksın, az sonra, ona göre.
Ben herhalde evime, geri dönmeyeceğim,
Umarım ki bu harpte, ben şehid düşeceğim.
Son konakta mü’minler, geçti beni hız ile,
Ey Revaha’nın oğlu, en yakınların bile,
Kardeşlik bağlarını, kopararak geçtiler,
Seni Hak teâlâya bırakıp da gittiler.
Artık düşünmüyorum, geride ne malım var?
Hiç umurumda değil, ağaçlarla hurmalar!”
Bunları işitince, ağladım. Abdullah bin Revaha bana kamçısıyla dokunarak; “Ey yaramaz! Sana ne oluyor? Böyle söylememin sana, ne zararı var? Allahü teâlâ, bana şehidlik nasib ederse, sen de hayvan üzerinde geri dönüp, yerine ulaşırsın. Ben ise dünyanın bütün dertlerinden, tasa ve üzüntülerinden, hadiselerinden kurtulur, rahata kavuşurum” dedi.
İnip iki rekat namaz kıldı. Sonunda uzunca bir dua yaptıktan sonra bana; “Ey çocuk!” diye seslendi. “Buyur” dediğimde; “Bu seferde inşaallah şehidlik nasib olacaktır!” dedi.”
Kahraman sahabiler, Suriye’ye yaklaşırlarken Şam valisi Şürahbil bin Amr, İslâm ordusunun yaklaşmakta olduğunu çoktan haber almıştı. Hemen Bizans kayseri Heraklius’a durumu bildirip, büyük bir yardım alarak rahatlamıştı. Çünkü yaptığı istihbarata göre, Müslümanlar ancak üç-beş bin kişiydi. Buna karşı kendi ordusu, yüz bini aşıyordu. Silahların ise, haddi hesabı yoktu.
Eshab-ı kiram, Şam topraklarından Muan’a vardıkları sırada, Rumların yüz bin kişilik bir ordu ile üzerlerine geldiklerini öğrendiler. Orada konaklayıp iki gece kaldılar.
Kumandan Zeyd bin Harise hazretleri, arkadaşlarını toplayıp durumu bildirdi. Rum ordusuna karşı ne yapmak lazım geldiği hakkındaki görüşlerini sordu.
Sahabilerden bazıları; “Rum ordusuyla karşılaşmadan, ani baskınlar düzenleyelim. İnsanlarını esir alıp Medine’ye dönelim”; bazıları da; “Resul aleyhisselama mektup yazıp, düşmanın sayısını bildirelim. Bize acele asker göndermesini, veya ne yapmamız gerektiğini soralım” diyorlardı.
Hepsi şehid oluncaya kadar davam
Mute savaşı için yola çıkan ordu, düşman ordusunun çokluğu karşısında nasıl hareket edecekleri konusunda tereddüte düştüler. Ne yapacaklarını konuşurlarken Adullah bir Revaha’nın sesi yükseldi:
“Ey Kavmim! Ne sebepten, tereddüt edersiniz?
Şehid olmak kasdiyle, cenge gelmedik mi biz?
Silahca, süvarice, çokluk olduğumuzdan,
Dolayı savaşmadık, kafirlerle hiçbir an.
Allahü teâlânın, bize ihsan ettiği,
Şu din kuvveti ile, savaştık aslan gibi.
Gidiniz, çarpışınız, muhakkak iyilik var,
Bu işin neticesi, ya şehadet ya zafer.
Bedir günü vallahi, vardı iki atımız,
Uhud’da tek at ile, pek azdı silahımız.
Bu cenkte galip gelmek, varsa eğer kaderde,
Zaten böyle vadetti, Allah ve Peygamber de.
Hak teâlâ vadinden, dönmez asla geriye,
Ey mü’minler öyleyse, yürüyün ileriye.
Şehidlik varsa eğer, bizim kaderimizde,
Kavuşuruz Cennet’te, şehid kardeşimize”
Hazret-i Abdullah bin Revaha’nın bu sözleri, mücahidleri cesaretlendirmişti. “Vallahi Revaha’nın oğlu, doğru söylüyor” dediler.
Artık karar alınmıştı. Şehid oluncaya kadar harbe devam edeceklerdi. Şanlı sahabiler, Mute isimli köye geldiklerinde, yüz bin kişilik Rum ordusuyla karşılaştılar.
Dağ taş düşman askeri ile dolmuştu. Bir tarafta, Allahü teâlânın dinini yaymak için ta Medine’den kalkıp şam’a kadar gelen üç bin kişilik bir İslâm ordusu; öte yanda, İslâm’ı boğmak için toplanan yüz bin kişilik bir kafir sürüsü bulunuyordu…
Görünüşte, mukayese kabul etmez bir kuvvet dengesizliği vardı. Buna göre, bir Müslümanın otuzdan fazla Rum ile çarpışması icabediyordu.
Her iki taraf da harp düzenine girdiler. Bu sırada, Peygamber efendimizin emri gereği, İslâm ordusundan bir hey’etin, Rum ordugahına doğru ilerlediği görüldü.
Bunlar Rum ordugahına varıp, İslâm’a gelmelerini, yoksa cizye vermelerini teklif ettiler. Fakat onlar, bu daveti reddettiler. Artık kaybedilecek zaman yoktu. Kumandan Zeyd bin Harise hazretleri, elinde mukaddes İslâm sancağı olduğu halde, ordusuna hücum emrini verdi.
Sancak Abdullah bin Revaha’da
Bu anı bekleyen mücahidler; “Allahü ekber!” nidaları ile ok gibi ileri fırladılar.
Şimşek gibi kılıçlarını çekip, fırtına gibi düşmanın ortasına daldılar… At kişnemeleri, kılıç şakırtıları, tekbir sadaları ve vurulanların feyratları ayyuka çıkıyor, daha harbin başında, meydan, kan gölü haline geliyordu.
Şanlı sahabiler, her kılıç sallayışlarında ya bir baş, ya bir kol düşüyorlardı. Elinde Resulullah’ın beyaz sancağı olan hazret-i Zeyd, düşmanın ta ortalarında; “Allah Allah” diyerek vuruşuyordu.
Salladığı kılıçlarla etrafını bir anda açıyor, düşmanı karşısına çıktığına pişman ediyordu. Kumandanlarının kahramanca çarpışmasını gören şanlı sahabiler, ondan geri kalmıyor, tek başına otuz düşmana kılıç yetiştirip onları tepelemeye çalışıyorlardı.
Bir ara, birkaç mızrağın birden, kumandan hazret-i Zeyd’in mübarek göğsüne saplandığı görüldü. Arkasından diğer mızraklar, onu takib etti. Şanlı sahabinin vücudu, delik deşik olmuştu. Zeyd bin Harise sıcak toprağa düştü. Böylece çok özlediği şehadet şerbetini içti.
Zeyd bin Harise’yi takib eden hazret-i Ca’fer, hemen sancağı kaptı. İslâm sancağının dalgalandığını gören mücahidler, yeni bir aşk ile savaşa devam ediyorlardı.
Hazret-i Ca’fer de, Zeyd bin Harise gibi kahramanca çarpışıyordu. Bir taraftan düşmana saldırıyor, diğer yandan da arkadaşlarına cesaret ve heyecan veriyordu.
Yiğitçe çarpışan bu yeni kumandan, daha hızlı, daha seri hareketlerle kılıç sallıyor, düşmana göz açtırmıyordu. Hazret-i Ca’fer, kendisinden geçmiş bir halde çarpışırken, arkadaşlarından bir hayli ileri gitmişti.
Rumların ortasında tek başına dövüşüyor, her birine ayrı ayrı kılıç vuruyordu. Fakat bu gidişin, dönüşü olmadığını anlamakta gecikmedi. Kahraman kumandan; “Bana düşen, kafirlerin her birine kılıcımla vurmaktır!” diyor, Allahü teâlânın mübarek ismini dilinden düşürmüyor ve bitmez tükenmez bir güçle çarpışıyordu.
Nihayet bir düşman askeri, hazret-i Ca’fer’in sağ koluna bir kılıç vurdu. Sağ eli kesilen hazret-i Ca’fer, mukaddes İslâm sancağını sol eliyle yere düşmeden yakaladı. Kaldırıp yine dalgalandırdı.
Bir kılıç darbesi ile sol eli de kesilmişti. Bu defa sancağı, kesik kollarnının arasında göğsüne bastırarak dalgalandırmaya çalıştı. Fakat bir biri peşinden şiddetle inen düşman kılıçları ile çok özlediği şehadet mertebesine kavuştu.
Mübarek ruhu, Cennet’in en yüksek derecelerine uçmuştu… Bedeninde doksandan ziyade kılıç ve mızrak yarası sayılmıştı.
Kumandanlarının şehid düştüğünü gören kahraman mücahidler, İslâm sancağını kaptıkları gibi, Abdullah bin Revaha hazretlerine teslim ettiler. O da, atının üzerinde sancağı dalgalandırarak düşmana şiddetle saldırdı. Her önüne geleni deviriyor, kahramanca ilerliyordu…
Abdullah bin Revaha da şehid oldu
Bir taraftan da, şöyle diyordu:
“Ey nefsim, bana boyun eğeceksin elbette,
Bugün şehid olurum, yemin ettim bu harpte.
Ya sen kendiliğinden, razı olursun buna,
Ya kabul ettiririm, bunu ben, zorla sana.
Eğer öldürülmezsen, şayet sen bu savaşta,
Hiç ölmeyecek misin, ey nefsim söyle bana.
Ca’fer bin Ebi Talib ve Zeyd bin Harise’nin
Yaptığını yaparsan, bil ki iyi edersin.
Onlar şehid oldular, ey nefsim durma geri,
Sonra bedbaht olursun, haydi atıl ileri.”
Hazret-i Abdullah da; “Allahü ekber!” nidaları arasında düşmanla amansız bir mücadeleye tutuşmuştu. Bir ara bir kılıç darbesi parmağına isabet etti ve kesik parmak elinde sallanmaya başladı.
Allahü teâlânın ve Resulünün aşkıyla yanan bu mübarek kumandan, derhal atından yere atladı, çarıpmasına engel olan yaralı parmağını, ayağnın altına alıp; “Sen sadece, yaralı bir parmak değil misin? Zaten bu kazaya da Allahü teâlânın yolunda uğramış bulunuyorsun!” diyerek çekip kopardı.
Şimşek gibi atına atlayıp, olanca gücü ile yine çarpışmaya başladı. Fakat bu kadar çarpışmasına rağmen, şehidlik mertebesine kavuşamadığı için kendi kendini kınamaya başladı… Tekrar tekrar düşmana saldırdı. Sonunda bir mızrak darbesi ile yere düştü. Allahü teâlâ ve Resulü yolunda çarpışırken Şehid olup, mübarek ruhu Cennet’e uçtu…
O anda hazret-i Abdullah’ın yanında çarpışan Ebü’l-Yüsr Ka’b bin Umeyr , sancağı dalgalandırmaya çalıştı. Gözlerini Eshab arasında dolaştırarak kendisinden daha yaşlı ve olgun birini araştırdı. Sabit bin Ekrem’i görünce, sancağı ona teslim etti.
Hazret-i Sabit, sancağı mücahidlerin önüne dikdikten sonra; “Ey kardeşlerim! Acele içinizden birini kumandan seçiniz ve ona tabi olunuz” dedi.
Onlar; “Seni seçtik” dedilerse de, hazret-i Sabit bunu kabul etmedi. Gözleri Halid bin Velid hazretlerine takıldı. Ona; “Ey Ebu Süleyman! Sancağı sen al!” dedi.
Müslümanlar arasına yeni katılan hazret-i Halid, edebinden mukaddes sancağı almak istemedi ve mübarek dudaklarından; “Ben bu sancağı senden alamam! Sen buna benden daha çok layıksın. Zira daha yaşlısın ve Bedir gazasında Resulullah’ın yanında çarpışmakla şereflenmişsin!..” sözleri dökülmüştü.
Fakat zaman kıymetli idi. Etraflarındaki Eshab-ı kiram, düşmanla kıyasıya vuruşuyor, yüzbin kişilik düşmanı geriletmeye çalışıyordu. Hazret-i Sabit, sözünü tekrarladı: “Ey Halid! Resulullah’ın mukaddes sancağını çabuk al! Vallahi, bunu sana vermek için almıştım. Sen, harbin usulünü benden daha iyi bilirsin!” dedi.
Bayrak Hz. Halid bin Velid’e
Ordunun başına kimin geçeceği tartışılırken, Hz. Sabit, etrafındaki mücahidlere; “Ey kardeşlerim! Halid’in kumandan olmasındaki görüşünüz nedir?” diye sordu.
Onlar da hep bir ağızdan; “Onu başımıza kumandan yaptık” dediler. Bunun üzerine hazret-i Halid, Alemlerin efendisinin mübarek eliyle teslim ettiği sancağı, büyük bir hürmet ve edeb ile alıp öptü. Atına atlayıp düşmana bütün haşmet ve heybetiyle saldırdı.
Kahraman sahabiler yeni kumandanalrının peşinde tekrar hücuma geçtiler. Hazret-i Halid görülmemiş bir cesaret ve maharetle çarpışıyordu. Önüne geleni devirip düşürüyordu.
Bir ara Kutbe bin Katade hazretleri, düşman kumandanlarından Malik bin Zafile’nin başını gövdesinden ayırdı. Rumların maneviyatları bozulmuştu. Fakat vakit daralmış, akşam olmuş ve hava kararmaya başlamıştı. Karanlıkta savaşmak oldukça tehlikeliydi. Çünkü yanlışlıkla kendi arkadaşlarını vurabilirlerdi…
Bu sebeple her iki taraf da karargahlarına çekildi. Yaralılar tedavi altına alındı. Hazret-i Halid, harp san’atında dahi idi. Sabahleyin düşmanın karşısına yeni bir taktikle çıkmak ve onları şaşırtmak istiyordu.
O gece, askerlerin yerlerini değiştirdi. Sağ taraftakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne aldı.
Sabahleyin tekrar hücuma kalkan kahraman mücahidler, “Allahü ekber” nidaları arasında çarpışmaya başladı. Düşman askerleri, kendilerine saldıran askerleri ilk defa görüyordu.
Bunlar dünkü çarpıştıkları kimseler değildi. Herhalde, Müslümanlara yeni bir ordu yardıma gelmişti!.. Bunları büyük bir korku içinde düşünen Rum askerlerinin maneviyatları bozuldu. Paniğe kapıldılar.
Bunu fırsat bilen hazret-i Halid ve kahraman sahabiler, o gün çok daha güzel çarpışarak düşmana kılıç vurdular ve binlercesinin canını Cehennem’e gönderdiler.
O gün Halid bin Velid hazretlerinin elinde dokuz kılıç kırılmıştı. Allahü teâlânın ihsanı, Resul-i ekrem efnedimizin duaları bereketiyle üç bin mücahid gazi, yüz bin düşman askerini bozguna uğratmıştı.
Bu büyük meydan muharebesinde on beş şehid verilmişti. Böylece, Bizans imparatorluğuna, haddi bildirilmiş, daha güneye akınlar düzenlemelerine engel olunmuştu…
Resul-i ekrem ve Nebiyyi muhterem efendimiz, kendisine harp meydanından bir haber gelmeden önce, Mute’de olanları bildirmek üzere Eshabını mescide toplamıştı.
Sevgili Peygamberimizin mübarek yüzlerinden çok üzüntülü olduğu anlaşılıyor, daha çok üzülür korkusu ile kimse bir şey soramıyordu.
Nihayet Eshab-ı kiramdan biri; “Canımız sana feda olsun ya Resulullah! Sizde olan üzüntüyü gördüğümüzden beri içimiz kan ağlıyor, üzüntümüzün derecesini ancak cenab-ı Hak bilir!” dedi.
Sevgili Peygamberimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı…
Resulullahın üzüntüsünün sebebi
Efendimiz, üzüntüsünü şöyle ifade buyurdu:
“Bende gördüğünüz üzüntü, beni hüzün içinde bırakan şey, Eshabımın şehid olmaları idi.
Bu hal, onları Cennet’te karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak görünceye kadar devam etti.
Zeyd bin Harise, sancağı eline aldı. Nihayet şehid edildi. O şimdi Cennet’e girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Ca’fer bin Ebi Talib aldı. Düşman ordularına saldırdı. Çarpıştı ve nihayet o da şehid oldu. O, şehid olarak Cennet’e girdi ve yakuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor.
Ca’fer’den sonra sancağı, Abdullah bin revaha aldı. Elinde sancak olduğu halde düşmanlarla çarpıştı ve şehid oldu ve Cennet’e girdi.
Onlar, Cennet’te altından tahtlar üzerinde bana gösterildi. Ey Allah’ım! Zeyd’i magfiret eyle!.. Ey Allah’ım! Ca’fer’i magfiret eyle! Ey Allah’ım Abdullah bin Revaha’yı magfiret eyle!”
Alemlerin efendisinin mübarek gözlerinden hala yaşlar boşanıyordu. Göz yaşları arasında şöyle devam ettiler:
“Abdullah bin Revaha’dan sonra sancağı Halid bin Velid aldı. İşte şimdi harp şiddetlendi. Ey Allah’ım! O (Halid bin Velid), senin kılıçlarından bir kılıçtır. Ona yardım eyle!..” buyurdular.
Ca’fer bin Ebi Talib hazretlerinin şehid düştüğü gün bu hadiseyi anlattıktan sonra kalktılar, hazret-i Ca’fer’in evine gittiler.
Hanımı Esma evinin işlerini bitirmiş, çocuklarını yıkayıp saçlarını taramıştı. Sevgili Peygamberimiz; “Ey Esma! Ca’fer’in oğulları nerede? Onları bana getir!” buyurdular.
Esma Hatun çocukları getirince, Resulullah efendimiz onları bağrına bastı ve doya doya öpüp kokladı. Mübarek kalbleri dayanamadı, mübarek gözlerinden yaşlar sicim gibi akmaya başladı.
Bunu gören hazret-i Ca’fer’in hanımı; “Anam- babam, canım sana feda olsun ya Resulullah! Niçin oğullarıma yetimlere yaptığınız merhameti gösteriyorsunuz? Yoksa Ca’fer ve arkadaşlarından acı bir haber mi aldınız?!” diye yalvararak sordu.
Alemlerin efendisi, çok müteessir olmuştu: “Evet!.. Onlar, bu gün şehid oldular!..” buyurdu.
Hazret-i Esma validemiz de yetim yavrularını bağrına basarak ağlamaya başladı. Bu manzaraya sevgili Peygamberimiz fazla dayanamamış, oradan ayrılmışlardı.
Seadethanelerine dönen Habib-i ekrem efendimiz, zevce-i mutahharalarına, “Ca’fer’in ailesi için yemek hazırlamayı ihmal etmeyiniz!” buyurdu. Üç gün şehid ailelerine yemekler gönderildi.
Birkaç gün sonra haberciler, İslâm ordusunun Medine’ye yaklaştığını, bildirdiler. Peygamber efendimiz, Eshabı ile kalktılar, Medine’nin dışına karşılamaya çıktılar.
Uzaklardan bir toz bulutu kalkıyor, mukaddes İslâm sancağı dalgalanıyordu. Kılıç, kalkan parıltıları, etrafı ayna gibi ışıldatıyordu. Herkesde, derin bir heyecan göze çarpıyordu. Biraz sonra başlarında Halid bin Velid hazretleri olduğu halde, mücahid gaziler Medine’ye girdiler.
Kaynak
İslam Tarihi Ansiklopedisi