KAYNAĞIMIZ: KİTAP SÜNNET İCMA VE KIYAS'TIR

Zeyd Bin Harise

www.ehlisunnetyolu.net
Zeyd Bin Harise

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin âzâdlı kölesi.

Yemenli olup, tahminen milâdî 575 yılında doğmuştur. Künyesi, oğluna nisbetle, Ebû Üsâme’dir.
Yemen’in muhterem ve şerefli bilinen Kudas kabîlesine mensuptur. Annesi ise Tay kabîlesi kollarından Maan oğullarına mensûb Su’da binti Sa’lebe’dir.

Zeyd bin Harise (radıyallahü anh) çocuk yaşlarında annesi ile akrabalarını ziyarete giderken başka bir kabilenin baskınına uğradı. Esir alınan Zeyd, Mekke’ye Sûk-ı Ukâz denilen panayıra getirilerek satılığa çıkarıldı. Hâkim bin Hizam, Zeyd’i 400 dirheme satın aldı ve halası hazret-i Hadîce’ye hediye etti.

O da, Peygamber efendimize hediye etti. Peygamber efendimiz onu âzâd ederek yanında alıkoydu. Zîrâ âzâd olan Zeyd bin Harise’nin gidecek yeri olmadığı gibi, Resûlullah efendimizden daha iyi ona bakacak kimsesi de yoktu. O da seve seve Resûlullah efendimizin yanında kalarak hizmet etti.

Anne ve babası, oğullarının nereye götürüldüğünü, ne yapıldığını bilmiyorlardı. Zeyd’in babası Harise, evlâd ateşiyle yanıp tutuşuyor, diyar diyar dolaşarak oğlunu arıyordu. Yemen’den çeşitli ülkelere giden akrabalarına ve tanıdıklarına sıkı sıkı tenbih ederek, oğlu Zeyd’den bir

haber getirmelerini istiyor ve;

Ağladım Zeyd’ime bilmem ne yaptı?
Sağ mı yoksa ona ecel mi çarptı?
Sorma ey gönül beyhude onu!
Bilemezsin mezarı ya ova, ya sarptı.

Zeydim, yavrum! Gidenin geri döneceğini bilsem âh!

Senden başkasının dönmesini istemem Vallah!
Anarım esince rüzgâr, nerde bir çocuk görsem; onu,
Ve doğarken güneş hatırlatıyor seni her sabah.
Feryâd, ciğer parem için binlerce feryâd!
Binerek hayvanıma ararım, hâlim olsa da berbâd.
şeklinde şiirler söyleyerek hep yavrusunu arıyordu.

Netîcede, İslâmiyet’in gelmesinden bir süre önce Benî Kelb kabilesinden bâzıları Kâ’be’yi ziyarete gelmişler ve Zeyd’i görmüşlerdi. Zeyd (radıyallahü anh) onlara; “Ailemin benim için feryâd figân edeceğini bilirim, şu beytleri onlara ulaştırın” diyerek aşağıdaki şiiri yazıp vermişti.

Yanıyor yüreğim uzağım ben yuvamdan Komşuyum
Kabe’ye uzaksam da anam babamdam.
Üzüntünüz sakın kalbinizi yakmasın.

Benim için feryadınız arşa değin çıkmasın.
Hamdolsun Mevlâya öyle bir yuvadayım,
Ki gördüğüm şeref ve hayırdan hep duadayım.

Bu habere çok sevinen Harise derhal, kardeşi Ka’b ile birlikte yanına fazla mikdârda para alarak Mekke’ye geldi ve Peygamber efendimizin huzurlarına çıktı. Sonra; “Ey Kureyş kavminin efendisi! Ey Abdülmuttalib’in torunu! Ey Benî Hâşim soyunun oğlu! Siz Harem-i şerîfin komşususunuz. Misafirlere ikram, esirlere ihsan eder, onları esaretten kurtarırsınız. Oğlum kölenizdir.

Kurtulması için ne kadar para isterseniz verelim, serbest bırak ve dileğimizi geri çevirme!” dedi. Peygamber efendimiz; “Zeyd’i çağırıp durumu kendisine bildirelim. Onu serbest bırakalım. Şayet size gelmeyi tercih ederse sizden herhangi bir para almam. Onu alıp gidersiniz. Eğer beni tercih eder, yanımda kalmayı isterse, Allah’a yemîn ederim ki, beni tercih edeni kimseye terk etmem, yanımda kalır”buyurdular.

Harise ve kardeşi, Peygamber efendimizin bu cevâbına çok memnun kalarak; “Sen bize çok adaletli ve insaflı davrandın” dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz Zeyd’i huzuruna çağırarak kendisine:

“Bunları tanıyor musun?” buyurdu.
“Evet. Biri babam, diğeri amcamdır” dedi.
“Ey Zeyd! Sen benim kim olduğumu öğrendin, sana olan şefkat ve merhametimi, davranışımı gördün. Bunlar seni almaya gelmişler. O hâlde ya beni tercih et, yanımda kal, veya onları tercih et, git.”
Babası ve amcası, artık bizi tercih eder, Zeyd’i alıp götürürüz diye bekliyorlardı.

Zeyd bin Harise (radıyallahü anh), İslâmiyet’ten önce de; adalet, insaf, merhamet, güler yüzlülük, kerem, cömertlik, ahde vefa (sözünde durma), emânete riâyet, yardım severlik, fedâkârlık, mazluma yardım, fakiri koruma, çocuklara sevgi ve muhabbet gösterme, dürüstlük ve doğru sözlülük, nezâket, tevazu, insanları güzel surette idare etme, cesaret ve şecaat gibi görünürgörünmez, bilinirbilinmez her türlü güzel ahlâkı tamamlamak için yaratılmış, her bakımdan gelmiş gelecek bütün yaratılmışlardan üstün, herkesin îtimâdını kazanarak “El-Emîn, güvenilir” ünvanı alan sevgili Peygamberimizden gördüğü güzel muameleden dolayı Resûlullah efendimizi babasından ve anasından daha çok seviyor, yanından hiç ayrılmak istemiyordu. Hazret-i Zeyd;

“Ben hiç kimseyi size tercih etmem. Siz benim hem amcam, hem de babam makâmmdasınız. Sizin yanınızda kalmak istiyorum” dedi.
Babası ve amcası hayretler içinde şaşırıp kaldılar. Babası kızarak Zeyd’e; “Yazıklar olsun sana! Demek ki, sen köleliği hürriyete, annene, babana ve amcana tercih ediyorsun?” dedi. Hazret-i Zeyd de babasına; “Babacığım! Ben, bu zâttan öyle bir şefkat ve muamele gördüm ki, O’na kimseyi tercih edemem” cevâbını verdi.

Peygamber efendimiz Zeyd’i çok severdi. Kendisine olan bu bağlılığını ve sevgisini görünce, onu Kâbe-i muazzamanın duvarında bulunan Hacer-i Esved taşının yanına götürüp oradakilere hitâb ederek; “Şâhid olunuz, Zeyd benim oğlumdur. O bana vâris, ben ona vârisim”buyurdu.

Babası ve amcası bu durumu görünce kızgınlıkları geçti. Sevinç içinde memleketlerine döndüler. Bundan sonra Zeyd’e, Zeyd bin Muhammed (Muhammed’in oğlu Zeyd) denilmeğe başlandı. Bu hâdiseler olduğunda henüz İslâmiyet gelmemişti. Daha sonra Allahü teâlânın, Ahzâb sûresinin 5. ve 40.âyetlerindeki; “Evlâtlarınızı babalarının ismiyle çağırın, böylesi Allah katında daha doğrudur.”“Muhammed(aleyhisselâm) sizden hiç bir erkeğin(Zeyd gibi) babası değildir”emirleri ile evlâd edinmek de kaldırılınca, hazret-i Zeyd babasının ismiyle, yâni “Hârise’nin oğlu Zeyd” (Zeyd bin Harise) diye çağrılmaya başlandı.

Zeyd bin Harise (radıyallahü anh) ilk îmân edenlerdendir. Hazret-i Hatîce, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den sonra dördüncü, âzâd olmuş köleler içinde ise ilk müslüman olmakla şereflendi. Peygamber efendimiz, Zeyd’i Mekke’de Ümmü Eymen’le (radıyallahü anhâ) evlendirdi. Bundan, Eshâbın büyüklerinden hazret-i Üsâme doğdu. Peygamber efendimiz daha sonra kendi halasının kızı Zeyneb binti Cahş’la evlendirdi. Bu evlilikleri kısa sürdü ve ayrıldılar.

Zeyd bin Harise (radıyallahü anh), Mekke’de iken pek çok eza ve cefâlara katlandı. Peygamber efendimizle birlikte Taife gittiklerinde hiç kimse îmân etmedi. Geri dönerlerken yolda Tâiflilertaşa tuttular. Zeyd bin Harise, Peygamberimizi atılan taşlardan korumak için, önüne, arkasına, sağına, soluna geçerek siper olmuş, böylece pek çok yerinden yaralanmıştı. Hicret izni çıkınca Medîne’ye hicret ederek, Ensâr’dan Gülsüm bin Hidm’in evinde misafir kaldı. Üseyd bin Hâfız’la din kardeşi oldu.

Zeyd bin Harise (radıyallahü anh), Bedr’den Mûte harbine kadar Peygamber efendimizin bulunduğu bütün gazvelere katıldı. Yalnız Müreysi gazasında Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Zeyd bin Hârise’yi, Medîne’de yerine vekil bıraktığı için bulunamadı. Bunun dışında pek çok seriyyelerde de (Peygamber efendimizin katılmadığı savaşlarda) bulunmuş, bir çoğunda kumandanlık ederek, şecaati, kahramanlığı ile örnek olmuştur.

Peygamber efendimiz de, Zeyd’i ve oğlu Üsâme’yi çok severdi. Bir hadîs-i şerîfde; “Bana insanlar arasında en sevimli gelen kişi, benim ve Allah’ın ihsanına mazhar olan kişidir. Bu zât Zeyd’dir”buyurmuştur. Allah’ın ihsanı; müslüman olmasını nasîb etmesi, Peygamberimizin ihsanı ise onu hürriyetine kavuşturmasıdır.

Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kiram içinde Zeyd’den (radıyallahü anh) başka hiç bir kimsenin ismi açıkça zikredilmedi. Sâdece Zeyd’in ismi geçmektedir. Bu, onun için büyük şeref olmuştur.

Hicretin sekizinci yılında, âlemlere rahmet olan Server-i kâinat aleyhi efdalüs salevât efendimiz, İslâmiyet’in yayılması için yine çeşitli kabîlelere, devletlere elçiler gönderdiler. Bunların bâzılarından müsbet netîceler gelmiş, fakat Busrâ valisine gönderilen Haris bin Ümeyr hazretleri, Şam’ın Belkâ nahiyesinin Mûte köyünde hıristiyan askerleri tarafından tutuklanmıştı. Şam valisi Şürahbil bin Amr’ın yanına götürülen hazret-i Haris, elçi olduğu hâlde, alçakça katledilip, şehîd edilmişti.

Bu habere sevgili Peygamberimiz çok üzülmüşler ve derhâl kahraman Eshâbının toplanmasını emir buyurmuşlardı. Bu emri alan Sahâbîler, çocuklarıyla helâllaşıp acele Cürf ordugâhında toplandılar. Habîb-i ekrem efendimiz öğle namazım kıldırdıktan sonra; “Cihâda çıkacak olan şu insanlara, Zeyd bin Hârise’yi kumandan tâyin ettim! Zeyd bin Harise şehîd olursa, yerine Ca’fer bin Ebî Tâlib geçsin. Ca’fer bin Ebî Tâlib şehîd olursa, Abdullah bin Revâha geçsin. Abdullah bin Revâha da şehîd olursa, müslümanlar aralarında münâsib birini seçsin ve onu kendilerine kumandan yapsın!”buyurdu.

Bunun üzerine Eshâb-ı kiram, isimleri sayılan kahramanların şehîd olacağını anlayarak ağlamaya başladılar: “Yâ Resûlallah! Keşke sağ kalsalar da kendilerinden istifâde etseydik!…” dediler. Peygamber efendimiz onlara cevap vermeyip sustular.

Bunları, orada bulunan hazret-i Zeyd, Ca’fer ve Abdullah (r. anhüm) de işitmişler ve büyük bir sevince gark olmuşlardı. Çünkü en büyük gayeleri Allahü teâlânın dînini yayarken, şehîd olmaktı. Artık müjde verilmiş ve bunu bizzat kendi kulakları ile işitmişlerdi.

Mücâhidler hazırlıklarını bitirmişler, kumandanlarını bekliyorlardı. Sevgili peygamberimiz, beyaz İslâm sancağını Zeyd bin Harise hazretlerine teslim etti. Ona, Haris bin Ümeyr’in (radıyallahü anh) şehîd edildiği yere kadar gitmesini ve İslâmı tebliğ etmesini, kabul etmedikleri takdirde düşmanla çarpışmasını emir buyurdular.

Üç bin kişilik İslâm ordusu; “Allahü ekber! Allahü ekber!” sesleri arasında yürümeye başladı. Sevgili Peygamberimiz ve Medîne’de kalan sahâbîler, mücâhid gâzîleri Veda yokuşuna kadar tâkib ettiler. Burada Âlemlerin efendisi, mübarek İslâm ordusuna şöyle hitâb ettiler: “Ben size, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmanızı tavsiye ederim. Allahü teâlânın yolunda, O’nun ismini söyleyerek harbediniz.

Ganimet alınan mallara hıyanet etmeyiniz. Çocukları öldürmeyiniz. Orada Hıristiyanların kiliselerinde, insanlardan ayrılıp kendilerini ibâdete vermiş bâzı kimseler bulacaksınız. Onlara dokunmaktan sakınınız! Onların dışında, başlarında şeytanların yuvalandıkları bâzı kimselere de rastlıyacaksınız ki, onların başlarını kılıcınızla koparınız. Kadınları, yaşlanmış pîr-i fânileri de öldürmeyiniz. Ağaçları yakmayınız ve kesmeyiniz. Evleri de yıkmayınız!”Baş kumandan Zeyd bin Hârise’ye de; “Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine davet et!…(Eğer müslüman olurlarsa,) onları, Muhacirler yurdu olan Medine’ye hicret etmeye davet et! Davetini kabul ederlerse, Muhacirlerin sâhib oldukları haklara kendilerinin de sâhib olacaklarını ve onların mükellef oldukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir. Şayet müslüman olup ülkelerinde oturmayı tercih ederlerse, müslümanlardan göçebe Arablar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan ilâhî hükmün, kendileri için de uygulanacağını, harp ganimetlerinden kendilerine bir şey ayrılmayacağını ve ganimetten ancak müslümanların yanında harbedenlerin faydalanacağını bildir!

Eğer İslâm’ı kabul etmezlerse, onları cizye vermeye davet et! İçlerinde bunu kabul edenlere dokunma! Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allahü teâlânın yardımına sığınarak onlarla harb et!…”buyurdular.
Bu nasihatlerden sonra mücâhidlerle vedâlaştılar. İslâm ordusu, tekbîr sadâlarıyla yürüyüşe geçti. Kalanlar, gidenlere el sallayıp; “Allahü teâlâ sizi her türlü tehlikeden muhafaza buyursun, yine sağ salim geri çevirsin…” diye dua ediyorlardı. Ufuktan kayboluncaya kadar, yaşlı gözlerle arkalarından gıbta ile baktılar. Zeyd bin Hârise’nin (radıyallahü anh) elindeki mukaddes sancak dalgalanıyor, mücâhidler bilinmeyen uzun bir yolculuğa Allahü teâlânın dînine hizmet için gidiyorlardı.

İslâm ordusu, hızla Suriye’ye doğru ilerliyordu. Yolculuk olaysız ve neş’eli geçiyordu. Mücâhidler, biran önce düşmanla karşılaşmak için sabırsızlanıyorlardı.

Kahraman sahâbîler, Suriye’ye yaklaşırlarken Şam valisi Şürahbil bin Amr, İslâm ordusunun yaklaştığını haber alınca derhal Bizans kayseri Herakliüs’e durumu bildirmiş ve büyük bir yardım alarak rahatlamıştı. Çünkü istihbaratına göre, müslümanlar ancak üç-beş bin kişiydi. Buna karşı kendi ordusu, yüz binin üstündeydi. Silâhların ise, haddi hesabı yoktu.

Eshâb-ı kiram aleyhimürrıdvân, Şam topraklarından Muân mevkiine varınca, Rumların yüz bin kişilik bir ordu ile üzerlerine geldiğini öğrendiler. Orada konaklayıp iki gece kaldılar. Kumandan Zeyd bin Harise hazretleri, arkadaşlarını toplayıp, Rum ordusuna karşı ne yapmak lâzım geldiği hakkındaki görüşlerini sordu. Sahâbîler düşmanla çarpışalım, dediler.

Artık karar alınmıştı. Şehîd oluncaya kadar harbe devârn edilecekti. Şanlı sahâbîler, Mûte isimli köye geldiklerinde, yüz bin kişilik Rum ordusuyla karşılaştılar. Dağ taş düşman askeri ile dolmuştu. Bir tarafta, Allahü teâlânın dînini yaymak için tâ Medine’den kalkıp Şam’a kadar gelen üç bin kişilik bir islâm ordusu; öte yanda, islâm’ı boğmak için toplanan yüz bin kişilik bir kâfir sürüsü bulunuyordu. Ortada akıllara durgunluk veren ve mukayese kabul etmez bir kuvvet dengesizliği vardı. Buna göre, bir müslümanın otuzdan fazla Rum ile çarpışması îcâbediyordu.

Her iki taraf da harb düzenine girdiler. Bu sırada, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem emri gereği, İslâm ordusundan bir hey’etin, Rum ordugâhına doğru ilerlediği görüldü.

Bunlar Rum ordusuna, İslâm’a gelmelerini, yoksa cizye vermelerini teklif ettiler. Fakat onlar, bu daveti reddettiler. Artık kaybedilecek zaman yoktu. Kumandan Zeyd bin Harise hazretleri, elinde mukaddes İslâm sancağı olduğu hâlde, ordusuna hücûm emrini verdi. Bu ânı bekleyen mücâhidler; “Allahü ekber!” nidaları ile ileri fırladılar. Tekbîr sadâları ve vurulanların feryadları ayyuka çıkıyor, daha harbin başında, meydan, kan gölü hâline geliyordu. Elinde Resûlullah’ın beyaz sancağı olan hazret-i Zeyd, düşmanın ortalarında görülüyordu. Kumandanlarını bu şekilde gören sahâbîler, ondan geri kalmıyor ve bütün gayretleri ile düşmana saldırıyorlardı. Bir ara, bir kaç mızrağın, kumandanları hazret-i Zeyd’in mübarek göğsüne saplandığı görüldü. Arkasından diğer mızraklar, onu tâkib etti. Şanlı sahâbînin vücûdu, delik deşik olmuştu. Zeyd bin Harise özlediği şehâdete kavuşmuştu.

Hazret-i Zeyd bin Hârise’den sonra, hazret-i Ca’fer ve hazret-i Abdullah bin Revâha da şehîd oldular. Neticede hazret-i Hâlid bin Velîd’i kumandan seçtiler ve Mûte’de yüz bin kişilik bir orduya karşı gâlib geldiler.
Resûlullah efendimiz Mûte’ye orduyu gönderdikten epey sonra bir gün minberde konuşma yapıyorlardı. Birden bire efendimizin gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı ve konuşmalarını keserek; “İşte Zeyd şehîd oldu. Bayrağı Ca’fer aldı. O da şehîd oldu. Bayrağı Abdullah aldı. O da şehîd oldu. Şimdi bayrağı Hâlid bin Velîd aldı. Cenâb-ı Hak zaferi Hâlid’e müyesser kıldı”buyurdular.

Kaynak
ehlisunnetbuyukleri

www.ehlisunnetyolu.net
ETİKETLER:
BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ